YARATICI İNSAN-SIRADAN İNSAN ve
“BAĞIŞLA ONLARI” ROMANI

TÜBAR-XXIX-/2011-Bahar/

Arş. Gör. Dr. Oğuz ÖCAL1

ÖZ: İnsan, doğal-tinsel/tarihsel bir bütündür. Diğer bir ifadeyle
hem doğal/biyo-psişik, hem tinsel/tarihsel bir varlık olan insanı insan kı¬
lan, sadece doğal özellik/olanaklarını (yemek içmek, boşaltmak, türünü
devam ettirmek) değil, aynı zamanda tinsel özellik/olanaklarını da gerçek¬
leştirmesidir. Felsefî antropoloji, bir bütün olan insanın olanakları¬
nı/özelliklerini/varlık şartlarını; bilmek, yapıp etmek, değerlerin sesini
duymak, inanmak, kendini vermek, ideleştirmek, sanatın yaratıcısı olmak,
önceden görmek vs. olarak sıralar. İnsanı, olanaklarıyla ilişkisi ve onlar
karşısında takındığı tavrı göz önünde bulundurarak yaratıcı/bilge/trajik in¬
san ve sıradan insan olarak ikiye ayırır. Yaratıcı insan, türünün olanakla¬
rını gerçekleştiren kişidir. Onu o yapan bilim, sanat, felsefe, sorumluluk
gibi yüksek değerlerin belirlemesinde olmasıdır. Sıradan insan ise gerçek¬
leştirildiği takdirde kendisini insanlaştıracak olan olanaklara kapalı kalan;
çoğu zaman küçük, gündelik çıkarlarının peşinde, mal-mülk edinme, zen¬
gin ve ünlü olma gibi araç değerlerin belirlemesinde olan bireydir. Diğer
bir ifadeyle yaratıcı insan, varlığının olanaklarını doğal/tinsel bütünlüğü¬
nü parçalamadan gerçekleştiren, sıradan insansa gerçekleştiremeyen in¬
sandır.

Bu yazıda öncelikle insan, insanın özellikleri/olanakları, yaratıcı
ve sıradan insan kavramları tanımlanmaya çalışılmış; daha sonra yaratıcı
bir insan olan Muhsin Ertuğrul’un yaşamını konu alan
Bağışla Onları
romanı ele alınmış ve roman teknik bakımdan değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: İnsan, yaratıcı insan, sıradan insan, biyogra¬
fik roman, Tarık Dursun K.,
Bağışla Onları.

Creative Human-Ordinary Human and the Novel Forgive Them

ABSTRACT: Human beings are natural-spiritual/historical
figures. In other words, a person is both a natural bio-psychic and a
spiritual/historical being and what makes a person human is not only his
natural features/opportunities (eating and drinking, excretion, produce
offspring) but also realizing his spiritual features/opportunities.
Philosophical anthropology specifies the opportunities/ features/ existence
conditions of human as a whole as; to know, to make, to hear the others’
voice, to believe, to devote, to idealize, to be the creator of art, to foresee
etc. Considering his relationship with his opportunities and his attitude
towards them, philosophical anthropology categorizes human as
creative/sagacious/tragic human and ordinary human. Creative human is
the one improving the opportunities of his own kind. What makes him
special is his place in determining the high values as science, art,
philosophy, responsibility. As for the ordinary human, he is the one who
is not open to the opportunities which can humanize him if they are
realized, and most of the time who takes part in determining the tool
values as his daily interests, to own property, to be rich and famous. In
other words, creative human is the one realizing his opportunities of his
being without breaking up his natural/spiritual coherence, and ordinary
human is the one who doesn’t do this.

In this abstract, firstly the concepts of human, human’s
features/opportunities, creative and ordinary human were tried to be
identified; then the novel
Forgive Them in which the life of a creative
human, Muhsin Ertugrul was handled and the novel was studied
technically.

Key Words: Human, creative human, ordinary human, biographic
novel, Tarık Dursun K.,
Forgive Them.

İnsan, Yaratıcı ve Sıradan İnsan

“İnsan nedir?” sorusuna Antik Yunan’dan Ortaçağ’a, Ortaçağ’dan
Yeniçağ’a ve günümüze kadar pek çok cevap verilmiş, ancak üzerinde
uzlaşılabilen bir tanıma ulaşılamamıştır. Kimi zaman teolojik bir varlık
olarak görülen insan, kimi zaman doğal-biyolojik, kimi zaman ise akıl ve
irade varlığı olarak tanımlanmıştır. Günümüzde psikoloji, sosyo-psikoloji
ve sosyoloji gibi sosyal bilimler tarafından farklı bir yönü öne çıkarılarak
tanımlanan insan, ontolojik temele dayanan felsefî antropoloji tarafından
ruh-beden, doğal-tinsel gibi ikilikleri aşılarak doğal-tinsel/tarihsel bir
bütün olarak tanımlanır. Diğer bir ifadeyle insan, doğal ve tinsel özellik¬
leri, olanakları ve varlık şartları olan; olanakları, özellikleri ve varlık
şartlarıyla karşılıklı etkileşim halinde bulunan tarihsel bir varlıktır (Özcan
2006: 28). Onu o yapan ise türünün olanaklarını, özelliklerini gerçekleşti¬
rip gerçekleştirmemesi, tarihsel varlık alanıyla karşılıklı ilişkisinin
neliğidir. Takiyettin Mengüşoğlu tarafından “insanın varlık şartları”,
Muttalip Özcan ve İonna Kuçuradi tarafından “insanın özellik ve olanak¬
ları” olarak adlandırılan özellikleri, olanakları ve varlık şartları; bilmek,
yapıp etmek, değerlerin sesini duymak, tavır takınmak, önceden görmek
ve önceden belirlemek, istemek, özgür ve tarihsel olmak, ideleştirmek,
kendisini bir şeye vermek, çalışmak, sanatı yaratmak, konuşmak, inan¬
mak vs. olarak sıralanabilir2.

Teorik olarak insanın birer olanağı, özelliği olan ve her bir bireye
açık bulunan, pratikte ise çok az sayıda insan tarafından gerçekleştirilebi¬
len bu olanaklarla ilişkisi ve onlar karşısında takındığı tavrı göz önünde
bulundurarak insanı, yaratıcı ve sıradan insan olarak ikiye ayırmak müm-
kündür3.

Yaratıcı insan kimdir? Onu o yapan ve sıradan insandan ayıran un¬
surlar nelerdir?

Bilge/özgür insan olarak da adlandırılabilen yaratıcı insanı sıradan
insandan ayıran esas unsur, değerlerin sesini duyan bir varlık olmasıdır.
Değerler, esas olarak yüksek ve araç değerler ile davranış değerleri olarak
üçe ayrılır. Yüksek değerler bilim, sanat, felsefe, sorumluluk, inanma,
dostluk gibi değerlerdir; araç değerler ise yarar, çıkar ve her türlü madde¬
sel değerlerdir (Mengüşoğlu 1988:102). Yaratıcı insan, yüksek değerlerin
sesini duyan, o değerlerin belirlemesinde olan kişidir. M. Özcan’ın ifade¬
siyle yaratıcı insan, etik akla sahip olan ve bunu yapıp etmelerinde açığa
vuran kişidir (Özcan 2006: 15). Sıradan insan ise ilgi ve çıkar, para, statü
vs. araç değerlerlerin belirlemesinde olan bireydir. Yaratıcı insan, Hil
mi
Ziya Ülken’in ifadesiyle “aşk ahlâkı”nın, sıradan insansa sağı solu ve
daima çıkar gözeten “ne derler veya desinler ahlâkı”nın belirlemesindedir
(Ülken 2004: 108). Bir diğer ifadeyle yaratıcı insan, araç değerleri, yük¬
sek değerlerin emrine veren kişidir. Sıradan insansa yüksek değerleri
araçlaştıran kişidir. M. Özcan, sıradan insanın içinde bulunduğu bu du¬
rumu şöyle ifade eder:

Var olur ve var olduktan sonra kendisine doğanın verdi¬
ği iki temel ölçütle, haz ve acıyla yolunu bulmaya, bir şekilde var¬
lığını devam ettirmeye çalışır; akıl, özgürlük, erdem, toplum haya¬
tı, devlet, yasalar ve diğer değerli sayılan şeyler de (sıradan insan)
için tek bir anlam ifade eder; onlar hayatta kalmasının araçlarıdır
ve bu amaca hizmet ettikleri sürece de bir değerleri vardır”
(Öz¬
can 2006: 415).

Yaratıcı insan, varlığının bir diğer olanağı olan özgürlüğü gerçek¬
leştiren kişidir. Özgürlük, en kısa ifadesiyle yüksek değerlerin belirleme¬
sinde ve bütünselliği olan bir sorumluluktur (Mengüşoğlu 1988: 134¬
135). Bu durumda sahip olduğu veya sahip olmaya çalıştığı her şeyi ken¬
disine borçlu olan yaratıcı insan, hem kendisinden hem ötekinden sorum¬
lu olan kişidir. Diğer bir ifadeyle o hem kendisini seçen, üstlenen ve yara¬
tan; hem de insanlık adına sorumluluk duyan, sorumluluğun bütünlüğüne
sahip kişidir. Sıradan insan ise göreneklerin iz düşümünde yaşayan, seçip
üstlenmeyen, çoğu zaman egemen insan anlayışı ve zihniyet tarafından
belirlenen, kendi ilgi ve çıkarından başka bir şeyden zerre sorumluluk
duymayan bireydir. Dar ve parçalanmış bir sorumluluğa sahip olan kişidir
sıradan insan.

Yaratıcı insan, benimsediği yüksek değerlere bağlı olarak tavır ta¬
kınan kişidir. Tavır takınma, bir şeyin yanında veya karşısında olmak
demektir; açık ve kapalı olmak üzere ikiye ayrılır (Mengüşoğlu 1988:
110-114). Yaratıcı insanı o yapan, kendisiyle de yaşadığı çevreyle de,
içselleşmiş dış dünyayla da diyalektik/eleştirel bir ilişki içinde olması ve
eylemle belirginleşen bir “evet-hayır”a sahip olmasıdır. Sıradan insanın
realite ve real durumlarla ne diyalektik bir ilişkisi, ne de onlar karşısına
çıkarabileceği halis bir tavrı vardır. O sadece gündelik, küçük ilgi ve çı¬
karlarının peşinde olduğu için insanî bütünlüğü olan bir tavır almaz; ka¬
yıtsız, maddî imkânlarına göre acı-haz, fayda-zarar ikilemi arasında gidip
gelen bir yaşam sürer.

Yaratıcı insanı sıradan insandan ayıran bir diğer hususiyet ise ide-
leştirmesidir. İdeleştirme, anlam verme ve real bir durumu aşmak demek¬
tir. Mengüşoğlu’nun ifadesiyle

“içinde yaşanılan real duruma teslim olmamak, onu gidilecek son
yol olarak görmemek demek, bu real durumu ideleştirmek demek¬
tir. Fakat real durumları ideleştirmek demek, onu yok saymak ya¬
hut onu ayraç içine almak, avcıyı görmemek için başını kara sokan
keklik gibi hareket etmek demek değildir. Tersine, gerçekliğin, real
durumun gözünün içine bakmak, fakat onu son ve biricik olanak
olarak görmemek, onu geldiği gibi kabul etmemek demektir”
(Mengüşoğlu 1988: 150-151).

İdeleştirme eylemini gerçekleştiren özne, hem bir realiteye anlam verir,
onu değerlendirir, hem de verdiği anlamla realiteyi aşar. O halde yaratıcı
insan, içine doğduğu tinsel/tarihsel ortamı ve onun realitelerini tanımla¬
yan, onları idealitenin süzgecinden geçiren, değerlendiren ve aşan kişidir.
Diğer bir ifadeyle yaratıcı insan, realite ile idealiteyi diyalektik ilişkiye
sokabilen ve realite-idealite gerginliğinden bir senteze ulaşabilen kişidir.
En iyi ifadeyle yaratıcı insan, olan ile hesaplaşan, olması gerekenin söz¬
cüsü olan kişidir. Sıradan insan da esas olarak ideleştirir. Ancak onun
ideleştirmesi, çok dar ve çoğunlukla ilgi ve çıkarıyla sınırlıdır. Onun ne
kendi gerçekliğine, ne de zaman, mekân ve ona hâkim olan zihniyete dair
halis bir farkındalığı vardır. Dolayısıyla o, verili durumu insan için ula¬
şılmış bir son olarak gören, realite karşısında gerileyen bireydir.

Yaratıcı insanı o kılan bir diğer hususiyet ise kendisini bir şeye
vermesi ve inanmasıdır. Kendini vermek, seçilen işe heyecanla, tutkuyla
sarılmaktır (Mengüşoğlu 1988: 162). Yaratıcı insan, insana ve insanın
birçok şeyi başarabileceğine inandığı için kendisini işine verebilen kişi¬
dir. Olan-olması gereken gerginliğini etik bağlamda yaşayan kişi olarak
da tanımlayabileceğimiz yaratıcı kişi, verili olanı hem tanımlar, hem de
olması gereken yönde değiştirmeye çalışır. Diğer bir ifadeyle inanma
teorik, kendisini verme ise pratiktir. Bu, onun aynı zamanda trajik yanı¬
dır. Trajik olan, kökten değiştirilemeyeceği bilinen bir realiteyi değiştir¬
mek için girişilen eylemdeki kararlılık ve ısrardır. Yaratıcı insan, umut¬
suzluk realitesine karşı umutla karşı çıkan kişidir. Nietzsche’ye göre bil¬
geliğin acıyı azaltmadığını fark eden kişidir trajik veya yaratıcı insan
(Nietzsche’den alıntılayan Özcan 2006: 15). M. Özcan’ın ifadesiyle trajik
insanın trajikliği;

“.belirli bir hedeften yoksun insanlığa, bizzat varlığı ve yapıp et¬
meleriyle hedef olma(sı); bütün eziyetlere katlanmanın boşu boşu¬
na olabileceği olasılığını göz önüne alarak insanlığın genel yükünü
sırtına alma(sı); dünyanın kendi başına bir anlamdan yoksun oldu¬
ğunun bilincini ve acısını yaşarken, bu acıyı bastırıp ona bir anlam
ve değer katmaya çalışma(sı); ve bütün bunları çoğunluğun ayak
diremesine, hatta kendisini dışlamasına rağmen yapmak zorunda
hissetme(si); bunun kendisinin alınyazısı olduğunu görmesinde or¬
taya çıkar
” (Özcan 2006: 450).

Sıradan insan, genellikle komformist (uyumcu) ve teslimiyetçidir;
çoğu zaman ilgi ve çıkarı için gerçekleştirdiği “hayat mücadelesi”nin
dışında bir şeye inanmaz; araç değerlerin belirlemesinde olduğu için onla¬
rın dışında bir şeye de kendisini vermez. Onun tanımladığımız bağlamda
bir trajiği yoktur. İnsanı bilge, trajik ve yaratıcı olduğu zaman kabul eden,
diğer durumlarda onu “hiç” veya güdülmesi gereken bir “sürü” olarak
gören filozofların -Herakleitos, Sokrates, Platon, Aristo, Hegel vs.- en uç
temsilcisi olan Nietzsche’ye göre sıradan insan

“(...) tembel, korkak ve çıkarcı”; “(■■■) kendi değerlendir¬
mesi olmayan, o an geçerli olan moralin değer yargılarını sorgu-
lamaksızın benimseyen ve bütün yapıp etmelerinde ve değerlen¬
dirmelerinde ona sığınan, ona göre davranan, ona göre düşünen
insandır. Sürü insanı bu moralin içine hapsolmuş durumdadır ve
dışına çıkıp özgür olmayı da düşünmez; geçerli moral anlayış ken¬
disine ne emrediyorsa onu yapar; özgür olabileceğinin farkında bi¬
le değildir”
(Kuçuradi’den akt Özcan 2006: 305).

İnsan, insanın olanakları, yaratıcı ve sıradan insan kavramlarını kı¬
saca bu şekilde tanımladıktan sonra seçip üstlenmesi, ideleştirmesi ve
trajik yanıyla öne çıkan yaratıcı bir insanı odağa alan
Bağışla Onları ro¬
manına geçebiliriz.

Bağışla Onları

Tarık Dursun K.’nın Bağışla Onları romanı, Türk tiyatro ve sine¬
ma tarihinin adı çok duyulan, ancak esas olarak hiç tanınmayan ön¬
cü/yaratıcı isimlerinden Muhsin Ertuğrul’un yaşamını konu alan bir eser¬
dir. 1989’da yayınlanan romanda Muhsin Ertuğrul’un yaşamı, kimliği de
sorduğu sorular da belli olmayan bir gazeteci anlatıcının sorularına cevap
olarak konuşan yirmi altı ayrı anlatıcının bakış açısı ve anlatımıyla sunu¬
lur. Diğer bir ifadeyle yirmi altı bölümden oluşan romanda anlatılanları,
her biri ayrı bölümde konuşan yirmi altı ayrı müşahit anlatıcı takdim
eder.

Romandan takip edilebildiği kadarıyla Muhsin Ertuğrul’un yaşam
öyküsü şöyledir:

Bir hariciye memurunun sekizinci ve son çocuğu olarak İstan¬
bul’da (1892) dünyaya gelen Muhsin Ertuğrul’un tiyatroya duyduğu ilgi,
çocukluk yıllarında babası ve abisiyle birlikte gittiği devrinin geleneksel
ve azınlıkların tekelinde olan yarı modern oyunlarıyla canlanır. Genç
Muhsin Ertuğrul’un okul yıllarında amatörce süren tiyatrocu olma isteği,
on altı yaşında bilinçli bir tercihe dönüşür. O, tiyatrocu olmaya karar
verir. İlk olarak Burhanettin Bey tiyatrosunda sahneye çıkan Muhsin
Ertuğrul, babasının vefatından sonra yanında ikamet ettiği eniştesinden
gizli olarak tiyatro faaliyetlerini sürdürür. Ne var ki bir süre sonra oyun¬
culuğu kötü bir iş olarak gören eniştesi, tiyatrocu olduğunu öğrenir; ona,
tiyatro ile yaşadığı ev arasında bir tercih yapması gerektiğini söyler. Genç
Muhsin Ertuğrul, rahat ancak kendisi olamadan yaşamakla meşakkatli
ancak kendisi olmak olanakları arasından ikincisini, yani tiyatrocu olmayı
seçer. Bu seçimden sonra o, bir arkadaşının yönlendirmesiyle tiyatro gör¬
güsünü ve bilgisini artırmak için Paris’e gider. Bir yıl sonra yurda dönen,
Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları adlı bir grup kuran Muhsin Ertuğrul,
şahsî gayretleriyle hem tiyatro hem de sinema ile ilgilenir. Darülbeda-
yi’nin kuruluşunda küçük de olsa bir katkısı olan Muhsin Ertuğrul, ayrıca
bu kurumun açtığı sınava girer ve sınavı kazanır. Ne var ki bir süre sonra
Darülbedayi içindeki çekişmeler gün yüzüne çıkar. İnsana hemen hiçbir
şey ilave etmeyen kısır çekişmelerden uzak kalmak ve tiyatro görgüsünü
artırmak isteyen Muhsin Ertuğrul, birer yıl arayla iki kez Berlin’e gider
gelir. I. Dünya Savaşı yıllarında askerlik görevini ifa eder; Darülbeda-
yi’de yönetmen olarak çalışmaya başlar. Sonraki yıllarda tiyatro ve sine¬
ma faaliyetlerini birlikte yürüten Muhsin Ertuğrul,
Nur Baba romanını,
Boğaziçi Esrarı adıyla sinemaya uyarlar; bundan dolayı bağnaz kişilerin
baskı ve şiddetine maruz kalır. Cumhuriyet’in ilanından sonra daha yo¬
ğun bir çalışma temposu içine giren Muhsin Ertuğrul, bulduğu her fırsatta
yaptığı gibi sanata dair bilgi ve görgüsünü artırmak için İsveç, Rusya,
Amerika gibi pek çok ülkeye seyahat eder. Tiyatroya yaptığı katkılardan
dolayı Alman hükümeti tarafından Goethe Madalyası ile taltif edilir. Da-
rülbedayi, Ankara Devlet Konservatuarı, Devlet Tiyatrosu ve Operası
Genel Müdürlüğü, İstanbul Şehir Tiyatrosu gibi birçok kurumda çalışır.
Görüş ayrılıkları ve bildiği doğrularda ısrar ettiği için defalarca görevin¬
den uzaklaştırılır; ancak çok geçmeden “onsuz yapamayan” resmî kurum¬
lar tarafından tekrar görevlendirilir. Birçok yerli yabancı yazarın oyununu
sahneye koyan, birçok sinema filmi çeviren; tiyatro, bale ve operayla
ilgili pek çok faaliyete öncülük eden Muhsin Ertuğrul, Ege Üniversitesi
tarafından Türk tiyatro ve sinemasına yaptığı katkılardan dolayı “fahri
doktor” olarak onurlandırılır. 1979 yılında vefat eder.

Ana çizgileriyle bu şekilde özetlediğimiz romanda yirmi altı ayrı
müşahit anlatıcının ortaklaşa vurguladıkları hususiyet, Muhsin Ertuğ-
rul’un seçip üstlenen, realiteyi ideleştiren/aşan ve yaptığı işe sonuna ka¬
dar kendisini veren ve ona inanan bir insan olduğudur. Diğer bir ifadeyle
roman, adeta, “Muhsin Ertuğrul nasıl bir insandı?” sorusuna yirmi altı
farklı insan tarafından verilmiş olan “Muhsin Ertuğrul; özgür, ideleştiren
ve kendini veren/inanan bir insandır”, cevabını içerir. Muhsin Ertuğrul’un
birbiriyle iç içe geçmiş ve onu yaratıcı insan kılan bu üç özelliğini şöyle
açıklayabiliriz:

Türk tiyatro ve sinema tarihinin öncü isimlerinden birisi olan Muh¬
sin Ertuğrul’u o kılan, onu yaratıcı insan olarak öne çıkaran ilk özelliği,
kendisini seçmesi ve üstlenmesidir. Sekiz çocuklu bir ailenin son ferdi
olarak dünyaya gelen Muhsin Ertuğrul’un tiyatrocu olma isteği, 1900’lı
yılların başlarında İstanbul’da faaliyette bulunan geleneksel ve yarı mo¬
dern tiyatro gruplarının gösterilerini izleyerek başlar. Öğrencilik yılların¬
da amatörce sürdürülen bu heves, bir arkadaşının yardımıyla girdiği
“Burhanettin Bey Tiyatrosu”yla bir tutkuya dönüşür. O, daha çocuk kabul
edilebilecek yaşlarla tiyatrocu olmayı seçer; yaptığı seçime de ömrünün
sonuna kadar bağlı kalır. Babası -romanda müşahit anlatıcı konumunda
olan kişilerden birisidir-, onun, sıradanlığı kabul etmediğini; umduğunu,
düşlediğini; kendisini gerçekleştirmek için seçtiği alanda mücadele ettiği¬
ni; yaptığı seçimin ise esas olarak realiteden memnun olmayan bir insanın
tavrı olduğunu belirtirken Muhsin Ertuğrul, kendisi seçen, seçtiği şeye
bütünsel bir amaç koyan ve onu üstlenen bir insan olarak belirginleşir:

“O daha çocukken hep bir şeyler umdu; hep bir şeyler bek¬
ledi ve hep bir şeyler kurdu. Bir şeyi öğrendi benden: benim gibi
olmamayı! Ben, küçük, sıradan bir Hariciye memuruydum. Hiçbir
düşüm olmadı. Hiçbir büyük beklentim de. Yanlıştım, biliyordum
(...).

Hiç mücadele etmedim. Bir şeyin yerini olsun şuradan şura¬
ya değiştirmeye kalkmadım (...).

Ama ona yetmeyecekti, biliyordum. Çünkü ben olmayacaktı.
Sıradanlığı kabul etmeyecekti, hırslıydı, tutkuluydu, düşseverdi.
Kendince değil, kendine değil, herkese; eğriye doğruya, güzele çir¬
kine, gence ihtiyara, kadına erkeğe, okumuşa okumamışa; yeni, bi¬
linmedik, tanınmadık; içine girdiklerinde önce yadırgayacakları
ama sonra sonra hoşlanıp mutlaka mutlu olacakları, yeniden bi¬
çimlenip yeniden kişiliklenecekleri bir dünya kuracaktı ” (K. 1989:
17-18).

Onu o yapan diğer bir hususiyet ise ideleştiren bir insan olmasıdır.
Özelde tiyatroyu, sinemayı, genelde ise sanatı çok seven, duyduğu sevgi¬
yi her fırsatta belirten Muhsin Ertuğrul, sanata anlam verir, onu ideleşti-
rir. Tiyatroyu, içinde olunan sosyo-kültürel durumu aşmak, daha insanî
ve insanın kendisini daha rahat gerçekleştirebileceği bir dünyanın kurul¬
ması için şart olarak gören Muhsin Ertuğrul, bu tutkusunun önündeki pek
çok engeli aşar. Tiyatroyu ve tiyatro te
kniklerini öğrenmek için kendi
imkânlarıyla farklı zamanlarda iki defa Paris’e gider. Öğrendiği sahne
te
kniklerini ve sanata has incelikleri, imkânsızlıklar içinde kurulan ve
faaliyette bulunan tiyatro grubuyla birlikte sahneye koyar. Diğer ifadeyle
şeylerin yokluğuna veya bahanelere sığınmaz. Yakın arkadaşlarından
tiyatro ve sinema oyuncusu Vahram Papazyan, onun ideal durumun kar¬
şısında birer engel olarak duran maddî-manevî imkânsızlıkları/realiteyi
ideleştirip aştığını, diğer bir ifadeyle tiyatroya duyduğu ilgi ve sevginin
sahici olduğunu belirtir:

“Ben İtalya’dayken o Paris’e gitmiş. Mektuplaştık. Hiçbir
şeyi saklamadan yazıyordu: Parasızlığını, çaresizliğini, yarı aç ya¬
rı tok ve sürünmeyi de göze alarak nasıl her gün elinde Paris’in
akşam gazetelerinden biri, o tiyatro senin bu tiyatro benim koşuş¬
turduğunu.... Sein Nehri kıyılarında, Quartier Latin’de, şarkılı kah¬
velerde neler gördüklerini... (...).

Hepsini yazdı bana, her şeyini. Gitmeden, görmeden biliyor¬
dum çektiklerini. Benim ona güvendiğim kadar, o da bana güveni¬
yordu çünkü. Saklısı gizlisi yoktu ” (K. 1989: 66).

Muhsin Ertuğrul’un yaptığı seçimi ideleştirdiğini, dolayısıyla yap¬
tığı seçime sonuna kadar bağlı kaldığını işaret eden bir diğer örnek ise
babasının vefatından sonra yanında ikamet ettiği eniştesinin tiyatrocu
olmasını engellemek için uyguladığı baskıyı aşmasıdır. O, kalacak bir
yeri olmamasına, parasız ve bedeli sokakta kalmak olmasına rağmen,
kararlı bir şekilde eniştesinin temsil ettiği göreneklere karşı çıkar. Göre¬
nekler: “Yapılır edilir diye yapılan edilen”, “bireyin şu veya bu oranda,
başka çaresi olmadığından ötürü benimseyip uyguladığı, çevresi tarafın¬
dan ona zorla benimsetilmiş davranış biçimleridir” (Gasset 1999: 25).
Realite veya görenekler, ona tiyatro oyuncusu olmanın onaylanan bir
eylem veya iş olmadığını söylerken o, idealite çizgisinden birçok riski
göze alarak eniştesinin de dâhil olduğu göreneği aşar. Müşahit anlatıcı¬
lardan eniştesi, onu o yapan özelliğin ideleştirme olanağını gerçekleştir¬
mesi, diğer bir ifadeyle real durumlar karşısında direnmek veya idealiteye
olan sadakati olduğunu söyler:

“Samiye onun ablasıydı; kardeşini buluyor ve onu sık sık
görüyordu. Bana anlatmıyordu, ben de sormuyordum. Hâlâ tiyat¬
rocuydu; dışarılara gidiyor, geliyor, gazetelere adını geçiriyor,
oynadığı veyahut rejisörlüğünü yaptığı piyeslerin kritiklerini oku¬
yordum. Bana benzemediğini çok geç de olsa size itiraf etmeliyim.
Direnmenin faydasına inanmamışımdır. O, inanıyordu ve direnmek
demenin değişmek ve değiştirmek olduğunu çok iyi biliyordu. Bu,
kimi defa da negatif olabilirdi, ne gamdı! Yine direnmek ve negatifi
pozitife dönüştürmek gerekiyordu. Yenilmek, direnmekten vazgeç¬
mekti. Diretmek, yenmek demekti ve direnerek her istediğinize mut¬
laka sahip olabilirdiniz. Yenilgiler gelir geçerdi; her biri size daha
çok, daha kuvvetle direnmeniz gerektiğini kanıtlardı.

O hep diretti ve direndi. (...) Ne yapmışsa, dirençle ve dire¬
terek yapmıştı” (K. 1989: 86).

Muhsin Ertuğrul’un vurgulanan üçüncü hasleti ise seçip ideleştir-
diği işe, kendisini sonuna kadar vermesi ve ona inanmasıdır. İnanmak ve
kendini vermek, gerçekleştiğinde insanı insan kılan iki olanaktır. Kendini
vermek, seçilen işe sorumluluğun bütünlüğünü parçalamadan kendini
adamak, kendisi ve insanlık için elinden gelenin en iyisini yapmaktır.
İnanmak ise gerçekleştirilen eylemin insan ve insanlık için faydalı olaca¬
ğına, yapılan edilenin boşuna olmadığına duyulan güvendir. Kendini
vermekle inanmak, birbirinin mütemmimidir. Muhsin Ertuğrul, bu bağ¬
lamda kendisine de yaptığı işe de inanan bir insandır. O, defalarca birikim
ve tecrübelerinden istifade edilmek için görevlendirilir; sonra hükümet
değişikliği gibi keyfî nedenlerle “alaşağı” edilir. Ayrıca Darülbedayi’nin
tiyatro tecrübesi olan insanlar tarafından yönetilmesi gerektiğini ısrarla
savunduğu için buradaki görevinden uzaklaştırılır. Nihayet 1970’li yılla¬
rın başlarında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda B. Brecht’in bir oyununu
sahneye koyduğu için eli sopalı bir takım insanın baskı ve şiddetine ma¬
ruz kalır. Özellikle bu sonuncu örnek, yaşı ilerlemiş Muhsin Ertuğrul’u
kıran, inciten bir hadisedir. Ancak o, yaptığı işin insanî olduğuna inandığı
için bunun gibi pek çok engeli aşar. Olaya şahit olan arkadaşlarından
“eski solcu”, “yeni kapitalist” bir iş adamı, onun yaptığı işe, daha geniş
bir ifadeyle tiyatro ve sanatın boşuna olmadığına kırılmış olmasına rağ¬
men inandığını söyler. Susan Sontag, “Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş” baş¬
lıklı denemesinde, yazarı, acı çekmenin en derin katmanlarına inen ve
onu dönüştürebilen örnek bir çilekeş olarak nitelendirir (Sontag 2008:
76). Onun bu yorumunu, sanatçılar için genelleyip kurgu veya gerçek kişi
Muhsin Ertuğrul’a bakacak olursak o, umutsuzluk realitesine rağmen
yaptığı işe inanan, diğer bir ifadeyle dağın ardına aşırılması gereken ka¬
yayı, aşırma umudu çok az olmasına rağmen iteklemeye devam eden
yaratıcı/trajik bir insandır, diyebiliriz.

“ ‘Bana değil, kendilerine yaptılar bunu’, dedi.

‘Senin elinden bir şey gelmez’, dedim. ‘Üzülme, boşunadır’.

‘Boşuna mı?’ dedi. ‘Bunca yaptıklarım mı? insanlığın, ger¬
çek kültürün sanatın sınırlarından başladığına inanıyordum. Boşu¬
na mıydı? Ruh kalkınması olmadıkça, insanın hayvandan ayırt
edilmesi mümkün mü? Boşuna mıydı bu da? Gerçek medeniyet,
edebiyat ve sanattan doğmaz mı? Boşuna mıydı o? Tarih, tiyatro-
suz yükselmiş bir millet gösterebilir mi? Onların yaptıkları da bo¬
şuna mıydı? Yeni yetişen gençlere, klasikleri tanıtmak, yanı sıra
dünya tiyatrolarında yeni yazılmış, şimdiye kadar oynanmaya sıra
gelmemiş değerli oyunları bulup seyirciye sunmak, boşuna mıydı?
Shakespeare boşuna mıydı ? Goldoni, Pirandelo, Coward, Moliere,
Dumas, Brecht boşuna mıdır?”

Bu sorusuna cevap bulamadım. O da bulamadı. Yaşadığı sü¬
rece kimse doğru dürüst bir cevap vermedi ona” (K. 1989: 250).

Teknik Birkaç Dikkat

Biyografik roman ve işlevi nedir? Edebiyat tarihimizde kurmaca
biyografi veya biyografik roman, 1989’a kadar nasıl bir gelişim seyri
takip etmiştir? Tarık Dursun K., biyografik romanın en büyük sorunsalı
olan kurgu-gerçeklik ilişkisine nasıl yaklaşmış; eserinde “roman”, “bi¬
yografi”, “biyografik roman” ibarelerinden hangisini kullanmıştır? Muh¬
sin Ertuğrul’un üç esas özelliğini öne çıkaran bu eser, kurmaca biyografi¬
dir midir? Biyograf/yazar, neden odak obje olarak o kişiyi seçmiştir; ya¬
zarla obje kişi arasında nasıl bir ilişki vardır; yazarın objesi karşısındaki
tutumu nedir?
Bağışla Onları romanının belli başlı kurgu özellikleri ne¬
lerdir? Romanın vak’ası, nasıl bir yapıya sahiptir; anlatma ve vak’a za¬
manı nasıl kurgulanmıştır? Romanda hangi bakış açısı ve anlatıcı tercih
edilmiştir? Neden? Bütün teknik hususiyetleri bir arada düşünürsek bu
edebî eseri, edebiyat tarihimizin biyografik romanları arasında nasıl bir
yere konumlandırabiliriz?

Biyografi ile roman arasında bir yerde duran, ancak ne tam biyog¬
rafi ne de tam roman olan, bir ayağı gerçeklikte bir ayağı kurguda bulu¬
nan biyografik roman, yaşadığı dönemde dar veya geniş bir çevrede ken¬
disine yer edinmiş kişinin -genellikle ölümünden sonra- yaşamının bir
bölümünü veya tamamını anlatan roman türüne denir (Apaydın 2002:
465-466). Gerçeklik ile kurgunun, dolayısıyla biyografi ile romanın bir
karışımı olarak da kabul edebileceğimiz biyografik romanın işlevi, yapı¬
sına uygun olarak estetik ve didaktik gayeleri eş zamanlı gerçekleştirmek
olarak tespit edilebilir. Diğer bir ifadeyle kurmaca biyografi veya biyog¬
rafik roman, estetik ve didaktik gayelere birlikte hizmet eden; hem haz
veren hem fayda sağlayan bir kurgu-gerçektir.

Edebiyat tarihimizde biyografik romanın ilk örneği olarak, Hasan
Âli Yücel’in 1932’de yayımlanan
Goethe: Bir Dehanın Romanı ismini
taşıyan eseri kabul edilir. Bu eseri, Mehmet Emin Erişirgil’in Ziya Gö-
kalp’le Mehmet Akif’i ayrı ayrı romanlaştırdığı kurmaca biyografileri
takip eder. Daha sonraki yıllarda Yusuf Ziya Ortaç’ın
İsmet İnönü (1961)
ve Tahir Alangu’nun
Bir Ülkücünün Romanı (1968) başlıklı eserleri ya¬
yınlanır; ancak her iki eser de roman değil, özellikle biyografi kabul edi¬
lir. Türün edebiyatımızdaki en önemli örneği ise Oğuz Atay tarafından
yazılan ve Mustafa İnan’ın yaşamını konu alan
Bir Bilim Adamının Ro¬
manı’
dır (1975). Bu eserinin dışında İlhan Selçuk’un Yüzbaşı Selahat-
tin’in Romanı
(1984), biyografik roman çizgisini devam ettiren eser ola¬
rak öne çıkar (Apaydın 2002: 463-464).
Bağışla Onları (1989) ise biyog¬
rafik romanda bir aşama olarak da kabul edilen
Bir Bilim Adamının Ro¬
manı
’ndan sonra edebiyat tarihindeki yerini alır. 1990 sonrasında ise
başta Hıfzı Topuz ve Ayşe Kulin olmak üzere pek çok romancının kur¬
maca biyografisi veya biyografik romanı yayınlanır.

1989’a kadar yayınlanmış olan kurmaca biyografilerin isminde
“roman” ibaresi olmasına rağmen, yazarları, genellikle yazdıklarının
“gerçek” olduğunu vurgulamak gereğini hissetmişlerdir (Çetişli 2004:
296). Aslında kurmaca biyografilerin veya biyografik romanın yazarı
tarafından halledilmesi gereken en büyük sorunudur gerçek-kurgu, yan-
sıtma-yaratma ilişkisi (İslâm 2001: 66). Ulick O’Connor’a göre biyograf
veya yazarın bu ikileme getireceği çözüm, ele geçen her belgeyi kullanıp
gazeteci olmaktansa yaratıcı bir metin ortaya çıkarmasındadır (O’
Connor’dan alıntılayan Menteşe 2000: 267). Tarık Dursun, yazdıklarının
“gerçek” olduğunu ısrarla vurgulayan kendisinden önceki yazarlardan
farklı olarak kitabın iç kapağında “roman” ibaresini kullanarak eserinin
roman olduğunu, biyografi olmadığını özellikle belirtir. Böylece tarihî
malzemenin, belgelerden derlenen bilgi ve tespitlerin kurgunun dünya¬
sında yeniden şekillendirildiğini dolaylı da olsa işaret eder. Hakikaten
öyledir. Tarık Dursun’un çizdiği ve yeniden canlandırdığı portre ile ger¬
çek Muhsin Ertuğrul arasında tiyatro ve sanatı mektep veya Türk mo¬
dernleşmesinin bir aracı olarak görmek, bireysel-toplumsal, maddî-
manevî birçok engeli aşmak ve trajik olmak olarak sıralayabileceğimiz
pek çok ortak nokta vardır. Ancak bu tür ortaklıklar, söz konusu eserin
yazarın muhayyilesinin bir ürünü olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu du¬
rumda
Bağışla Onları, biyografi değil, biyografik malzemeyi yeniden
organize eden bir kurmaca-biyografi veya biyografik romandır; “çünkü
herkes bilir ki bütünüyle gerçeklere sadık kalınarak bir kişinin hayatını
anlatan metnin adı ‘roman’ değil, ‘biyografi’dir” (Çetişli 2004: 296).

Bağışla Onları romanında Tarık Dursun, tespit edebildiğimiz kada¬
rıyla Muhsin Ertuğrul’u iki sebepten dolayı romanına konu edinmiştir.
Söz konusu sebeplerden ilki, yaratıcı bir insan olarak M. Ertuğrul’u oku¬
yucusuna tanıtma ve devrinde kıymeti bilinmemiş bir insan olarak onu
ebedileştirme isteğidir. Diğer bir ifadeyle Muhsin Ertuğrul’u model bir
insan olarak öne çıkarmak istemiştir romancı. Söz konusu sebeplerden
ikincisi ise dünya görüşü örtüşen iki insandan birisinin -her ikisi de
Marksist’tir- diğerini olumlamasıdır. Tarık Dursun, eseriyle, hem kendi¬
sini hem de ötekini; daha geniş bir ifadeyle hem yaratıcı bir insan olarak
kendisini, hem de insan olmanın olanaklarını gerçekleştiren ve memnun
olunmayan dünyayı değiştirmek isteyen yaratıcı bir kişi olarak Muhsin
Ertuğrul’u olumlar.
Benden Sonra Tufan Olmasın başlıklı anılarına, “İs¬
tanbul’da 23 Şubat 1308 (5 Mart 1892) günü, bir Pazartesi akşamı doğ¬
dum. İyi mi, kötü mü oldu? Hiç doğmasaydım daha mı iyi olurdu? Doğu¬
şum toplumumuza katkıda bulundu mu, yaşamımdan olumlu izler kalacak
mı, yoksa bu dünyadan yalnız somun tüketicisi olarak mı geçip gidece¬
ğim?” (Ertuğrul 2007: 47) ifadeleriyle başlayan Muhsin Ertuğrul, bu
cümlelerin de işaret ettiği gibi yaratıcı insana has soruları ve kaygıları
olan bir insandır. Bu durumda Tarık Dursun, romanında, üç esas özelli¬
ğiyle öne çıkardığı ve bir insan olarak olumladığı Muhsin Ertuğrul’a, esas
olarak ona ait olmayan şeyleri mal etmeye çalışmamıştır, demek müm¬
kündür.

Bağışla Onları, her itibarî eser gibi kurgunun belli başlı öğelerine -
vak’a, zaman, mekân, kişiler, bakış açısı ve anlatıcı- sahiptir. Kendisin¬
den önce yayınlanan biyografik romanlarda olduğu gibi bu romanda da
vak’a, kronolojik bir yapıya sahiptir4. Diğer bir ifadeyle romanda Muhsin
Ertuğrul’un doğumu ile ölümü arasındaki (1892-1979) geniş zaman dili¬
mini dolduran hadiseler, yazar tarafından vurgulanmak istenen hususiyet¬
lere göre seçilmiş; zamanda ileri atlama ve özetleme tekniklerinden yarar¬
lanılarak -kronolojik yapı esas olarak bozulmamak şartıyla- birleştirilmiş¬
tir. Bir başka ifadeyle kronolojik bir yapıya sahip olan vak’ada, Muhsin
Ertuğrul’un yaşamını oluşturan bütün biyografik ayrıntılar değil, onu bir
insan olarak öne çıkaran epizotlar tercih edilmiştir.

Kendisinden önce yayınlanmış biyografik romanlarda olduğu gibi
Bağışla Onları romanında da vak’a ve anlatma zamanı, kronolojik ve
birbirine paralel olarak ilerler. Bir insanın 1892-1979 yılları arasında
yaşadıklarım anlatan romanın vak’a zamanı, söz konusu yıllardır. Anlat¬
ma zamanı ise Muhsin Ertuğrul’un ölümü (1979) ile gazeteci anlatıcının
romanın sonuna düştüğü “17 Aralık 1988” notuyla belirtilen zaman dilimi
arasındaki yıllara tekabül eder. Birbirine paralel olarak ilerleyen bu iki
zaman dilimi için şunları söyleyebiliriz: Roman, yirmi altı bölümden
oluşur ve her bir bölümü, gazeteci anlatıcının sorularına cevap olarak
konuşan ayrı bir müşahit anlatıcı sunar. Her bir bölümün başında anlatma
zamanında bulunan gazeteci anlatıcı, sözü müşahit anlatıcıya bırakır.
Müşahit anlatıcı ise geriye dönüş tekniğinden yararlanarak anlatma za¬
manından vak’a zamanına döner; geçmişte yaşananları anlatır, yeniden
anlatma zamanına gelir. Anlatma ve vak’a zamanı arasındaki geriye dö¬
nüşler ileriye atlayışlarla dokunan ilişki, anlatıcı her bölümde değişmiş
olmasına rağmen kronolojik yapıyı zedelemez.

Bağışla Onları romanında dikkati çeken diğer bir husus ise çoğul¬
cu anlatım şeklinin kullanılmış olmasıdır. Kurmaca biyografilerde ilk kez
Oğuz Atay’ın
Bir Bilim Adamının Romanı ’nda kullanılan çoğulcu bakış
açısı, en basit şekliyle, hâkim, ben’ ve müşahit anlatıcılardan en az ikisi¬
nin birlikte kullanılmasıyla elde edilir (Çetişli 2004: 88). Okuru, tek bakış
açısı ve anlatıcının monotonluğundan kurtaran; anlatılanları, estetize eden
bu bakış açısı ve anlatım şekli, romanda şöyle tezahür eder: Yirmi altı
bölümden oluşan romanın vak’asını, bölüm başında ve sonunda kısa bir
süre için konuşan gazeteci anlatıcının belirtilmemiş sorularına cevap ola¬
rak konuşan ben’ ve müşahit anlatıcılar sunar. Daha açık bir ifadeyle her
bir bölümün başında gazeteci objektifliğiyle hareket eden anlatıcı, zama¬
na, mekâna ve muhatap olduğu kişiye dair kısa bir tanıtımından sonra
sözü ben’ ve müşahit anlatıcıya bırakır. Vak’anın esasını, ben’ ve müşahit
anlatıcı sunar. Gazeteci anlatıcı, bölümün sonunda sözü tekrar devralır;
ben’ ve müşahit anlatıcıların anlattıklarına herhangi bir müdahalede bu¬
lunmadan bölümü bitirir. Gazeteci anlatıcının sözü emanet ettiği ben’ ve
müşahit anlatıcı ise hem müşahit anlatıcı konumundadır, Muhsin Ertuğ-
rul’un varlığına şahitlik eder; hem de ben’ anlatıcı durumundadır, kendi¬
sinin de dâhil olduğu bir hadiseyi nakleder. Böylece roman, birisi gazete¬
ci anlatıcı veya “modaratör”, diğeri ben’ ve müşahit anlatıcı olarak yer
alan ikiden çok anlatıcıya sahip olur. Daha dar bir ifadeyle ben’ ve müşa¬
hit anlatıcılar, bir kişide sentezlenerek çoğulcu bir perspektif oluşturulur.
Her bir bölümde ayrı ayrı kişilerce temsil edilen ben’ ve müşahit anlatıcı¬
lar, yaşanan hadise ne olursa olsun ağız birliği etmişçesine odak kişi
Muhsin Ertuğrul’un yaratıcı bir insan olduğuna çoğulcu bir perspektiften
şahitlik ederler. Aynı zamanda anlatılanların olabilirliğini artıran çoğulcu
bakış açısı ve anlatıma örnek olması için aşağıya alıntıladığımız metin, üç
bölümden oluşmaktadır. Metnin ilk paragrafında gazeteci anlatıcı, ben’
ve müşahit anlatıcıyı kısaca tanıtmakta; ikinci paragrafta ben’ ve müşahit
anlatıcı, hem yaşadığı hem de şahit olduğu hadiseyi anlatmakta; son pa¬
ragrafta ise ben’ ve müşahit anlatıcıdan sözü devralan gazeteci anlatıcı,
bölümü nihayetlendirmektedir. Söz konusu üç paragraf, sırayla anlatma
zamanı, vak’a zamanı ve anlatma zamanı arasındaki gidiş gelişlere örnek
olarak da düşünülebilir:

“Ben memleketteyken beni herkes tanırdı” dedi, eliyle boş¬
luktaki kolunun iki katı genişlikte bir daire çizdi ve indirdi sonra.
Hâlâ çok yakışıklıydı (...).

Bazı şeyleri olanca netliğiyle hatırlamak için zamanın pek
önemi yoktur. Aradan kaç yıl geçmiş olursa olsun hâlâ çok iyi ha¬
tırlıyorum: Bir gece, tiyatronun çıkışında beni arabayla alıp gö¬
türmüş çok zengin fakat yaşlıca bir kadının evinden dedikodu ol¬
masın diye gün doğumuyla çıkmış, Sultanahmet parkını tam geç¬
miştim ki, baktım; bu. Tramvay yolunun sağına düşen bir simitçi fı¬
rınından taze simit alıyordu. Ona gece feneri nerede söndürdüğünü
alaycı bir şekilde sordum. Baktığımda ise yanıldığımı anladım.
Söyledi: Eniştesi, pek asilmiş ve onun tiyatrocu olduğunu bizim el
ilanlarımızdan öğrenmiş ve basmış yaygarayı (...).

Böyle dedi adam ve elinde nicedir beklettiği içki bardağını
başına dikti. Hiç soluk almadan, sizin şaşırmış bakışlarınız altında
son yudumuna kadar içti ve bitirdi” (K. 1989: 50, 57, 66).

Sonuç

İnsan, doğal-tinsel/tarihsel bir bütündür. Diğer bir ifadeyle hem
doğal/biyo-psişik, hem tinsel/tarihsel bir varlık olan insanı insan kılan,
sadece doğal özellik/olanaklarını (yemek ve içmek, boşaltmak, türünü
devam ettirmek) değil, aynı zamanda tinsel özellik/olanaklarını da ger¬
çekleştirmesidir. Felsefî antropoloji, bir bütün olan insanın olanakları¬
nı/özelliklerini/varlık şartlarını; bilmek, yapıp etmek, değerlerin sesini
duymak, inanmak, kendini vermek, ideleştirmek, sanatın yaratıcısı olmak,
önceden görmek vs. olarak sıralar. İnsanı, olanaklarıyla ilişkisi ve onlar
karşısında takındığı tavrı göz önünde bulundurarak yaratıcı/bilge/trajik
insan ve sıradan insan olarak ikiye ayırır. Yaratıcı insan, türünün olanak¬
larını gerçekleştiren kişidir. Onu o yapan bilim, sanat, felsefe, sorumluluk
gibi yüksek değerlerin belirlemesinde olmasıdır. Sıradan insan ise gerçek¬
leştirildiği takdirde kendisini insanlaştıracak olan olanaklara kapalı kalan;
çoğu zaman küçük, gündelik çıkarlarının peşinde, mal-mülk edinme,
zengin ve ünlü olma gibi araç değerlerin belirlemesinde olan bireydir.
Diğer bir ifadeyle yaratıcı insan, varlığının olanaklarını doğal/tinsel bü¬
tünlüğünü parçalamadan gerçekleştiren, sıradan insansa gerçekleştireme¬
yen insandır.

Tarık Dursun K., Bağışla Onları romanında, Türk tiyatrosunun ön¬
cü isimlerinden Muhsin Ertuğrul’un yaşamını -seçip üstlenmesi, ideleş-
tirmesi ve kendini vermesi/inanması olarak sıralayabileceğimiz üç esas
özelliğini odağa alarak- anlatır. Teknik bakımdan kendisinden önce ya¬
zılmış biyografik romanları esas olarak devam ettirten
Bağışla Onları
romanını önemli kılan, yaratıcı bir insanı o yapan hususiyetleri kurgunun
imkânları içerisinde öne çıkarması; nesillere model insan olarak sunması¬
dır. Biyografi olamayacak kadar pek çok kurgu unsurunu içeren, tam bir
roman olacak kadar da biyografik malzemeden kopamayan
Bağışla Onla¬
romanı bağlamında da vurguladığımız gibi insanı, olanaklarıyla ilişkisi
ve onlar karşısında aldığı tavrı göz önünde bulundurarak yaratıcı ve sıra¬
dan insan olarak ikiye ayırmak, insan hakkında realiteye uygun bir değer¬
lendirme yapmak ve yapılan değerlendirmenin geçerliğini artırmak için
elzemdir.

KAYNAKÇA

APAYDIN, Mustafa (2002), “Biyografik Roman Türünün Türk Edebiyatındaki
Gelişimi Üzerine Bazı Dikkatler”,
Türk Romanı Özel Sayısı, Hece, Ma¬
yıs/Haziran/Temmuz 2002, S. 65/66/67, s.460-469.

ÇETİŞLİ, İsmail (2004), Metin Tahlillerine Giriş-2 -Hikâye-Roman-Tiyatro-,
Akçağ Yayınları, Ankara.

ERTUĞRUL, Muhsin (2007), Benden Sonra Tufan Olmasın -Anılar-, Remzi
Kitapevi, İstanbul.

GASSET, Ortega Y (1999), İnsan ve “Herkes”, (çev. Neyire Gül Işık), Metis
Yayınları, İstanbul.

İSLÂM, Ayşenur (2001), “Biyografi ile Roman Arasında: Adı Aylin”, Türkbilig
2001/2, s.65-75.

K[AKINÇ], Tarık Dursun (1989), Bağışla Onları, Bilgi Yayınevi, Ankara.

MENGÜŞOĞLU, Takiyettin (1988), İnsan Felsefesi, Remzi Kitapevi, İstanbul.

MENTEŞE, Oya Batum (2000), “Gerçek, Kurmaca ve Roman-Biyografiler:
Julıan Barnes’in
Flubert’in Papağanı ve Peter Ackroyd’ın Dıckens'ı”,
Türk Dili, Mart 2000, S. 579, s.265-273.

ÖZCAN, Muttalip (2006), İnsan Felsefesi: İnsanın Neliği Üstüne Bir Soruştur¬
ma,
Bilim Sanat Yayınları, Ankara.

SONTAG, Susan (2008), “Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş”, Sanatçı: Örnek Bir Çile¬
keş,
(Çev. Yurdanur Salman-Müge Gürsoy Sökmen), Metis Yay., İstan¬
bul, s.73-81.

ÜLKEN, Hilmi Ziya (2004), Aşk Ahlâkı, Dünya Kitapları, İstanbul.

1

Kırıkkale Üni. Fen-Ed. Fak. TDE Böl. oguzocal@kku.edu.tr

2

   İnsanın varlık şartları/olanakları/özellikleri, her bir insanın gerçekleştirebildi¬
ği ve her bir insanda görülen özelliklere verilen isimdir. Ayrıntılı bilgi için
bakınız: (Mengüşoğlu 1988: 13; Özcan 2006: 9-35).

3

   Buradaki kendini gerçekleştirme (yaratıcı insanın kendisini gerçekleştirmesi),
yüksek değerlerin ve etik aklın belirlemesinde olan bir kendini gerçekleştir¬
medir. Komformist psikoloji ve sosyo-psikolojinin bahsettiği araç değerlerin
ve araçsal aklın belirlemesinde olan kendini gerçekleştirme ile bir ilgisi yok¬
tur. Ayrıntılı bilgi için Mutttalip Özcan’ın künyesinin verdiğimiz eserinin
“Kişi ve Birey Olarak İnsanın Tarihsel Varlık Alanıyla İlişkisi” başlıklı bö¬
lümüne bakılabilir (Özcan 2006: 385-437).

4

Bu yazıda 1989’dan önce yazılan kurmaca biyografilere dair bilgiler, Mustafa
Apaydın’ın künyesini verdiğimiz yazısına dayandırılmıştır. Ayrıntılı bilgi
için bakınız: (Apaydın 2002: 460-469).